28 Aralık 2010 Salı

Cedidname Vol.12

Bugün Selami'yi Yeşilırmak aldı. Önce ırmağın bir kolu olan kanala atladı alay duvarlarından. Sonra kendisini yakalamak isteyen askere inat bırakıverdi küçük bedenini Yeşilırmağın kuvvetli akıntısına. Askerler tarafından birkaç saniyelik şaşkınlık sonrasında gelen umursamaz gülüşlerle karşılandı olay. Ne de olsa bir horozdu Selami. Aylardır her gün sürekli karşılarında olsa da, elleriyle besleseler de, hayat dedikleri birkaç metrekarenin değişmez bir parçası da olsa bir horozdu o. Diğer horozlar ve tavuklar nasıl karşıladılarsa  askerler de öyle karşıladı Selami'nin gidişini. Tavuklar her zaman ki gibi kış güneşinin altında çimlere serilip üzerindeki bitleri ve yeri eşelemeye devam ettiler. Askerlerse akasya durağı dizisinin başına geçtiler. İçlerinden herhangi birisi kaybolsa veya ölse verecekleri tepkinin aynısıydı bu...

İlk başlarda askerliğe has beyin durması zannetmiştim bu durumu. İnsiyatif kullanmamak, korku ve amaçsız bir rutinlikten kaynaklı boşvermişlik, bir teslimiyet hali zannetmiştim. Sürekli aynı saatte aynı işleri yaptıkları gibi, aynı dizileri seyrediyor, üç günde bir başa sarıp aynı dedikoduları ve aynı kavgaları tekrarlıyorlardı. Ortalama insan  zekasıyla ulu orta dalga geçen ve günün her saati tekrarlarına rastlanan akasya durağı ve arka sokaklar dizilerini aksatmadan izlemeleri, evlilik programlarını gerçek dışı bir merakla takip etmeleri sadece askerlik ortamının kopukluğuyla bağdaşabilir zannediyordum. Öyle ya, hangi akıllı insan inanırdı ki her bölümü birbirinin kopyası olan; tek konusu erkeklerin uçkuru, kadınların aptal aksiyonları olan bu dizilere. Hangi akıllı insan televizyonda kendisine kadın bulmak isteyen adamlara ve karşılarında ki adamlara ilk başta maaşlarını sorarak kendisini pazarlayan bu kadınlara, ve bu programların " sizin özel hayatınız olması gerekenleri ve gururunuzu reyting malzemesi yapar, sizin felaketinizi size izletiriz" diyen yapımcılara inandırdı. Oysa ilk bakışta bütün o televizyon çöplüğü nasılda halkın içinden gözüküyor, nasılda halkın dilinden jargonlarla, abilerle, ablalarla vücut buluyordu. Bütün herkes kapılmış bu gerizekalılık seline. İnsanlar bilerek ve planlı bir şekilde aptallaştırılıyor, gurursuzlaştırılıyor, bu işlemler de sadece kurumsal kazançlar için yapılıyordu. Ya televizyon karşısında salya akıtan taraftaydı insanlar yada kendini birşey zannetme yanlışına düşmüş şehir hayatının kaymağını yediğini düşünen küçük burjuvalar oluvermişti. Biraz lüks, şehirde yaşama ayrıcalığı ve kredi kartı borçlarından ibarettik aslında. Bende onlardan biriydim çünkü buraya gelmeden önce. Herşeyin farkında olduğunu düşünen ama bunun için birşey yapmaya vakti olmayan, yoğun kölelikle meşgul insan grubundandım ve askerlik bitince yine oraya dönecektim. Dönmek zorundaydım çünkü bundan başka bir hayat olamazdı. Sadece diğer insanlar gibi gözükebilmek, onlarla aynı yerlere gidebilmek, görüşmekten çok büyük zevk duyduğum insanlarla birkaç haftada bir sadece birkaç saatçik görüşebilmek, kendime - zaruri ihtiyaçlarıma değil- gerçekten kendime ayırmak için vakit bulamamak, aslında askerlikten daha beter bir tekdüzeliğin ortasında yaşamak için dönecektim şehire...

Belki de herkese " askerliği özlersin" demelerinin sebebi bu. Boşa geçen bir hayatın ortasında ki daha büyük bir boşluğa özlem duymak, ancak televizyon karşısında salya akıtan insanlara özgü bir tavır olmalı. Burada ki ve buradan başka yerlerde ki askerlerinde büyük bir çoğunluğunun herhangi birşeye, herhangi bir zaman dilimine, gerçekten özlem duyabileceklerine yada yaşadıklarına inanamıyorum. Dedelerinin tutucu adetleri ve önyargılarıyla, televizyon ahlaksızlığından ibaret varlıklar çoğu. Kendi fikirleri, kendi hayat görüşleri, kendi ahlak anlayışları, kendi mantıkları, kendi vicdanları yok bu adamların. Elden düşmeci hepsi. Zaten ilk elden bir şeye sahip olmaya ihtiyaçları da yok çünkü mutlular bu halleriyle. Selami'nin kümesinde ki tavuklar gibi mutlu bir hayat yaşıyorlar. Yumurta ve kene yeme karşılığında buğday ve su alıyorlar. Arada sırada itilip kakılıyorlar ama başlarını sokacakları bir kümesleri var. Belki de Selami bu yüzden attı kendini Yeşilırmağa. İnsanlar "hayvandır yapar" deseler de belki bir yerden karaya çıkabilirim umuduyla attı kendini suya. Belkide biraz buğday ve başını sokacak bir kümesten daha değerli geldi tehlikeli sular. Belki de küçükte olsa boğulmama ihtimali bile yeterdi yeşilırmağa atlamaya.....

3 Aralık 2010 Cuma

Cedidname Vol.11

Hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bu kabusname. Günler uzadıkça uzuyor ama, tünelin sonunda görünen o cılız özgürlük ışığı hiç yaklaşmıyor sanki.
Hesaplaşmadığım günüm, özlemediğim kimse kalmadı ama yine de geçmiyor günler.
İlla herkesin, herşeyin silinmesi mi gerekiyor gitmek için. İlla tükenmek gerekiyor buralardan kurtulmak için. Şafak dedikleri; ışıktan okları  içinde geçmişten hiçbirşey barındırmayarak mı vuracak beni o "son" gün ? Sevinmek mi üzülmek mi gerekiyor bitecek günler için ? Kime kızmak gerekiyor bu yaşadıklarım için ? Yoksa gereklimi böyle bir yeniden başlayış ? Kimsenin koparamadığı geçmişimden kopabilmek için mi geldi bu mecburiyet başıma ?
Yeniden doğmak, yeniden başlamak bu kadar mı ızdırap yüklüymüş ?
Tanımayacaklar galiba beni döndüğümde. İçimde yıkılan şehirler dışıma da sirayet edecek, değişmiş olacağım büsbütün.
Evim dediğim yer sıcak, nostaljik bir anıdan ibaret kalacak, yeni evlere, yeni şehirlere bürüyecek gözüm herşeyi. Barındırmayacak eskiden yaşadığım sokaklar içerisinde beni, gitmek bir mecburiyet olacak. Bomboş kalmış içim yeni anılar için vuracak yollara beni. Yeni hatalar, yeni yanlışlar, yeni doğrular dolduracak içimi, yeniden muhasebelerini yapmaya yetecek kadar çoğalıp içimden taşıncaya kadar. Sonra yine bir tükeniş, yeni bir başlangıç isteği, bir yetinememezlik vuracak aklımı.
Hepsini görebiliyorum şimdiden. Bütün o eskiyecek yenilerin kokusunu alabiliyorum şimdiden. Bütün benliğim kurban etmek istiyor kendini yeni doğuşlar için. İçin için yanıyor yeni doğuşlar için ben dediğim....

19 Kasım 2010 Cuma

Cedidname Vol.10

Beni anlayabilecekken çekip gittiler...
Tam da onlara sırlarımı açmaya çalışıyordum, farketmediler... Öylece gittiler ve ben arkalarından bakakaldım...
Sıradanlaşacaktı oysa ki acılarım. Kendimden, anılarımdan, acılarımdan bahsedip rahatlayacak, nasihatler alacaktım.Halbuki her insan bilir geçmişindeki delikleri, hatalarının sebeplerini. Bilmezden gelmeye çalışsa bile en derinde birisi tutar bu yanlışların defterini...Olsun, ben yine de nasihatler alacaktım, sağlamasını yapacaktım hatalarımın.Adetten de olsa, "Nerede yanlış yaptım!" diyecektim. Zor da olsa içimde ki beni gösterecektim onlara, çıplak kalacaktım karşılarında ne kadar onur kırıcı, ne kadar gereksiz olursa olsun! Sadece herkes gibi olduğumu görüp rahatlayacaktım.Ölmek, kendini öldürmek biraz daha kolay gelecekti ve bir sigara daha yakacaktım, ama olmadı...Öylece bırakıp gittiler beni kafamdaki şeytanlarla....
Hep böyle olmamışmıydı şimdiye kadar. Hep son kalan ben olmamışmıydım kendisiyle başbaşa...

Kendileri, kendi hayatlarına dair biraz da olsa konuşmuş, biraz olsun rahatlamışlardı. İçmişlerdi, acıları büyüktü ve uyumak, unutmak zorundaydılar yarına biraz olsun zinde uyanabilmek için. Halbuki ben bilirim; gerçek acı, gerçek sıkıntı yarını düşünmez, yorgunluğu yoktur. Sadece eriteceği bedeni bilir. Uzun geceler daha bir katlanılmaz olur bilmek kelimesi hayatına girince insanın. Ders alacağım bundan sonra diyerek pansuman yapmak, acını hafifletmek ister insan, bünyensi kabul etmez. Bir kere alışınca, acı çeker insanın canı, onsuz yapamaz.
Sıkışıp kalır belkilerle keşkelerin arasına çıkış yolunu bile bile.Çıkışı bile bile döner durur o labirentin içinde.Ekmek gibi, su gibi olmuştur acı dediği şey onun için. Arkadaş, dost olmuştur yalnızlık dediği. İster ama kimseye anlatamaz derdini. Kemirir etini kemiğini çilesi. Ne bir aşk ne gerçek bir dost besleyebilir artık onu içindekilerle beslenen kurt gibi. Meşkin yerini aşk alır... Hep uzakta olan sevilmeye layıktır. Hep uzakta olmak lazımdır değerli olmak için. Yakına gelince ne çabuk yıkıldığını bilir çünkü en naif dünyaların.Ne kazanmak için ölmeyi, ne kaybetmek için yaşamayı ister artık köhne bedeni.Kahramanlıklar anlamını yitireli çok olmuştur onun için. Sadece bulunduğu yerde kalmak ister.Daha fazla parçaya bölünemeyecek kadar çok kırılmıştır kalbi çünkü. Artık sadece seyircisi olduğu bir hayat vardır ve bu şekilde de olsa sürmesi gerekiyordur yaşamın. Artık sadece o ve kafasında ki şeytanlar vardır......

12 Kasım 2010 Cuma

Cedidname Vol.9 (Talihsiz Serüvenler Dizisi)

Oysa herşey çok güzel gidiyordu.... Askerde olmama rağmen olabilecek en kolay şekilde atlatıyordum bu zor günleri derken; birden üzerimde, beni belalardan koruyan ilahi şemsiye yer değiştiriverdi sanki......

Her şey çarşı iznine çıktığımızda iki arkadaşımla birlikte içmek istememizle başlamıştı.... Asker olduğumuz için bu tarz aksiyonlar bizim gibi devlet mallarına yasaklanmıştır. Birliklerine döndükleri zaman alkolünde etkisiyle gaza gelmiş askerler tarafından vurulmamak için komutanları tarafından koyulmuş bu kurala genelde askerler uyarlar yada gaza gelmeyecek kadar az içerler. Oysa o gün çığrımızdan çıkmış, her türlü belayı göze almış ve resmen alkol krizine girmiştik. Sansüre uğradığımızı bile bile şehir merkezinde ki açık birahanalere yada barlara girip şansımızı deniyorduk. Fakat sanki askeriye görünmeyen- daha doğrusu sadece bizim göremediğimiz- bir damga basmıştı alnımıza. Girdiğimiz her mekanda önce memleketimiz soruyorlar sonra acıyan gözlerle nazikçe bizi kapı dışarı ediyorlardı. Ne olduğunu anlamamıştık. Güya üçümüzde büyük şehirden gelmiştik ve kendimizce kurnaz, yol yordam bilen insanlardık. Yıllarca İstanbul'da binbir zorlukla kazandığımız gece hayatı tecrübesi bir Amasya öğleden sonrasında, hemde hafta içi bir gün heba oluvermiş, gururumuz meze bile olamamıştı. Biraz daha çabaladıktan sonra Maydonuz isminde bir mekan bulmuştuk. Kapıda kimseler olmadığından rahatça içeri girip alt kata indik. Görünüşe göre bir Efes Pub keşfetmiştik ve susuzluğumuzu doyasıya giderebileceğimiz kusursuzlukta loş ve geniş bir mekandı. Girişte bulunan barda bir iki çalışandan başka kimseleri görmemiş ve boş masalardan birine hızlıca oturmuştuk. Eğer masaya gelipte memleketimizi sormazlarsa kazanmış olacaktık. Garson geldiğinde hepimiz ağzından çıkacak ilk lafa dikkat kesilmiştik. Ömür gibi gelen bir sessizlik sonunda ne içmek istediğimiz sormuştu. Kazanmıştık..... Sevinç içinde bira siparişlerimizi verdik ve beklemeye başladık. Mekanda anlamlandıramadığımız bir gariplik vardı fakat buna kafa yormak işimize gelmediğinden gelecek biralara konsantre olmuştuk. Biralar geldikten birkaç dakika sonra mekanın karanlık köşelerinden birinden üzeride sadece vücudunun küçük bir kısmını örten bir kumaş parçası olan iri kıyım bir hatun çıktı ve masamıza gelip hepimizle el sıkışmıştı. Biz daha olayın şokunu atlatamadan başka bir köşeden karşımızda duran kadına benzeyen başka bir mahluk çıkmış ve barın arkasına geçmişti. Karanlık köşelerde vampir misali gölgelere gizlenmiş birkaç kişiyi de bu hareketlilik sonrasında sezmiştik. Masadaki biraya gelen dandik ötesi çereze ve masamıza bizimle tanışmak için gelen hatun iyi olmayan şeylerin sinyalleriydi. Az önceki emsalsiz neşemiz yerini yapmacık gülüşlere bırakmıştı. Resmen bir pavyona gelmiştik ve gün içinde meze olan tecrübemiz hepimize biraz daha burada oturursak başımıza büyük dertler açabileceğimiz söylüyordu. Tam biraları hızlıca tüketmek üzereydik ki mekana bir sivil polis girmişti. Elince telsizi, tedirgin edici bakışlarıyla bir süre masamızı süzmüş ve yavaş yavaş hareketlenmeye, bardakilere bizi sormaya başlamıştı ki flash gordon'u bile kıskandıracak bir hızda biramızı içip mekanı terketmiştik. Kendimizi dışarı atıp biraz silkelendikten sonra birliğimize gidip yaşananları unutmaya karar vermiştik ama alkol, bütün kötülüklerin kutsal anası alkol, içimizde bir ukte olarak kalmıştı.
Olaydan bir gün sonra mesai bitiminde tam mağramıza (koğuş bölgesi) çekildiğimiz sırada kanımızda ki o hain bira kendisini hatırlatıp beynimize cesaret pompalamaya başlamıştı.
- Nasıl olsa buraya kimse bakmaz, komutanlar buraya sıkça inmez, biraz içsek birşey olmaz ! diye fısıldıyordu beynimizin içine içine. Bir gün önce gelen uyarıdan nasibini almamış maceraperestler olarak başarışı bir operasyon sonucu içeriye 100'lük bir votka sokmuş, başarıyla ve çerezler eşliğinde içmiş, şişeyi ve kalan delilleri çöpün derinliklerine gömmüş, rahatça televizyon seyrederek geceyi noktalamıştık. İçimizdeki şeytanlar biraz olsun sakinleşmişlerdi ve tek yapacak şey gece nöbete olaysız bir şekilde çıkıp geri dönmekti ama olmadı...... Bütün bu güzel rüya, başarılı operasyon, silah kontrolü yapacak astsubaya 15 metre kala komutanın:
- İçkilimisin evladım ? sorusuna refleksif olarak verilen
- Evet komutanım ! cevabıyla kabusa dönüşmüştü........

Sonrasında güneş doğana kadar yapılan sorgu, tehditler, askeri hapishanede yatılacak 30 günün korkunç düşünceleriyle boğuşarak geçen saatler ve sabaha karşı;
- Siz efendi askerlersiniz, bir daha yapmayınız lütfen! cümlesiyle birlikte çöplükten çıkarılan votka şişesinin bize  geri verilmesiyle üst mercilere bildirilmesi sonucu felakate dönüşebilecek bir olayın hafif sıyrıklarla atlatılması olarak olay zihinlerimize silinmeyecek bir şekilde kazınmıştı...

Tabi ki biz, daha doğrusu ben artık daha ne olabilir diye düşünüp bu kötü olaylar silsilesinden kurtulduğumu zannediyordum ki; Nöbet tuttuğum serin bir Amasya akşamında sigara aldırmak için silah arkadaşlarımın nöbetçi astsubay olan hatun kişiden habersiz dışarıya yolladıkları şahıs, ensesinde alayın en vahşi uzman çavuşlarından biriyle gelince henüz daha yaşayacağım maceraların olduğunu en derinimden sezmiştim.Üstüne üstlük bu arkadaşın üzerinden birde cep telefonu çıkmıştı ve bu müthiş olayı askeri gazino personeli olarak sabaha kadar şınav çekerek ve koşarak kutlamıştık.

Bu yaşadığım olayların sonuçları bana çarşı izinlerinin iptali ve yoğun bir nöbet mesaisi olarak geri dönmüşken bir kaç gün sonra askeri bir araç beni almak için askeri gazinoya gelmişti. Gelen komutan beni mahkemeye götürmek için geldiğini söylemiş ve beni derin bir şoka sokarak
-Hayırdır komutanım, bu seferde birinimi öldürmüşüm? şeklinde laubali bir soru sormama sebep olmuştu. Sebep asker kaçağı olarak geçen günlerimin devlet tarafından nasıl değerlendirileceğini belirleyecek olan bir mahkemeydi. Sanık kürsüye çıkmış ve
-Uzun dönem askermisiniz ? sorusuna
-Evet upuzun! şeklinde cevap vererek hakimi derinden etkilemeyi başarmıştı....

Artık başıma daha ne gelebilir diye merakla bekleyip, günlerin bana katacağı yeni tecrübeleri kucaklamaya hazırlanıyordum ertesi gün.
"İçkili yakalanmak" diye düşünüyordum. Bir sürü ceza nöbeti ve tantana
"Nöbetçiyken dışarıya kaçak adam salmak" diyordum. Belki bir mahkeme ve 4 gün ceza
"Pavyonda yakalanmak" belki bir süre dışarı çıkamama cezası
"Asker kaçağı olarak geçen günlerim" diyordum. Belki bir milyar civarı bir para cezası
Bunları düşünürken "yanlışlıkla çöp bidonuna bir arkadaşımı sokarken komutana yakalanmak. Paha biçilemez.........

12 Ekim 2010 Salı

Cedidname Vol.8

-Bir Kış Gecesi Rüyası-

Zordur sevmek kışı, doğduran başka laf bilmeyen nemrut bir dost misali olsada.....Sıcağından seraplara bürümez insanın gözünü ucuz parfüm kokularıyla dolu yaz gibi. Berraktır... Tüm yoksulluklar apaçık görünür kışın buzdan kucağında. O soğuk yalnızlıkla yarenlik edebilenler bilirki; sarıldığı omuz kaskatı, tuttuğu el mosmor kesilir......
Biraz zaman geçirmeye gör onunla, hemen tutar gerçeği, çarpar yüzüne duru havasıyla. Görmek istemediklerini döker eteklerinden önüne. Yalnızlığını hatırlatır herkese, herkesi kabuğuna çeker. Yüzlere, üstlere çekilen perdeler yetmezmiş gibi birde kiltli kapılar süsler boş sokakları. O zaman etini ısıran soğuk gibi dişler yalnızlıkta seni. Yoksunluğun çırılçıplak kalır gecenin gözleri önünde. Bir kez dengeni kaybetmeye gör o buzdan yamacın kıyısında. Bilincin yükselirken göklere, hayat dediğin yuvarlanıp gider dipsiz uçurumlardan derinlere. Sıyırıp kent ışıklarından yapılma parlak elbisesini, bedeninden yıldızlar sunar yalnızlığına inat. Yalnızlığına inat anlam aradığın dünyana yıldızların sonsuzluğunu sokar. Gerçekten gürzlü koca bir balyoz indirir evinin damına. Küçük küçük tuğlalarınla binyıllardır ördüğün duvarına sessizliğinin gürültüsüyle yanaşır, serinkanlı bir katil gibi. Öğrenipte adet dediğin, adına savaşıpta şeref dediğin ne varsa paramparça eder, yıkar geçer. Ne tören ne kurtarıcıların durdurabilir bu yıkımı, dokunamaz ahlak diye öğrendiğin yıldızlara.....
Bir kış gecesinde çöken dünyanın yıkıntıları arasından peyda olur kardelen misali gerçekliğin. Kudretli Atlas diye sunmuşken hayat sahnesinde seni, farkedersin; aslında kadrılmışlığının güçlü omuzlarını ezdiğini. Sonra o tiktaklarla dolu,alkolle , bencillikle kutsanmış kentin orta yerinde bir bozkır yaratır sana hakikat dediğin.

Kendinden başka merhamet dileyeni görmesin de rahatı bozulmasın tembel vicdanının  diye kör olmuş gözlerin faltaşı gibi açılır bu bozkırın ortasında. Miden kaldırmaz artık demir atmış bedenini duru yalnızlık gölünden, kent denen, güce tapan böcekleriyle dolu çürümüş bataklığa. 

Herkes görsede şehrin orta yerindeki bozkırdan evleri, işlerine gelmez,kimse erişmek istemez oralara, uzaktan gördükleridir tek gerçekleri......

6 Ekim 2010 Çarşamba

Cedidname Vol.7

Bankın birinde oturuyorum bir başıma. Başımın üzerinde kurşuni bir gökyüzü, etrafımda soğuk bir rüzgar. Nerede olsa tanırım bu serin esintiyi ve taşıdığı iç sıkıntısını. Besbelli İstanbul'dayım. Sonbaharın başındayım. Devam ediyorum Kadıköy'ün sabah sakinliğini izlemeye rıhtmın bir kösesinden.Karşımda bütün ihtişamıyla Topkapı sarayı duruyor. Boğazda vapurlar, vapurlarda martılardan kuyruklar, süzülüyorlar hep beraber....

Biraz dinlenip, ruhuma huzur depolayıp Kadıköy melankolisinde geri dönüyorum oturduğum banka.Bugünlük hazırım diyorum kendime ve dalıyorum içinde yaşadığım hayalin orta yerine...Her gün hemen hemen aynı burada. İlginç bir şekilde havalar bile emirle değişiyor sanki, gününde. Ekim olmadan bir kez bozmayan hava ekim ayı başlar başlamaz sert bir sonbahar halini alıveriyor. Yazlıklar çıkıyor, kışlıklar geliyor yerlerine tam gününde. Bu olaylar burasının gerçek olmadığına biraz daha inanmamı sağlıyor. Omuz silkip başlıyorum çalışmaya her gün yaptığım gibi. Yapılan işler saati saatine aynı. Zamansız bir eylemin kurdukları bu saati bozacağından korkuyorlar heralde diye düşünüyorum. Ama bunu bile her gün aynı saatte, aynı işi yaparken düşünüyorum.... İçime işliyorlar gün be gün, sadece ara ara kaçamaklarla kurtarmaya çalışıyorum artık rengi kaçıp siyah beyaza çalan ruhumu...

Ruhumla beraber bende değişiyorum. Hasetlik başgöstermeye başlıyor içimde, önyargılar bitiyor beynimin her yerinde mantar misali. Eskisi gibi bakamadığımı farkediyorum artık insanlara.
Misal bir kadın var burada, hanımefendi diye çağırılıyor kocasının rütbesi gereği. Sinir oluyorum hiçbir vasfı olmayan birine bu kadar abartı saygı göstermeye. Elimden birşey gelmiyor, konuşmaya mecbur kaldığım zamanlarda bende hanımefendi diyorum. Oğluna gitar dersi veriyorum, düzenledikleri kadınlar matinelerinde gitar çalıyorum düğüncülerin arkasında. Sonra bir bakıyorum beni çağırmış gitar dersi istiyor kendisi için. Başlıyoruz hem derse hem muhabbete. Düşman ilan ediyorum yıllar sonra birilerini kendime. İlk başta kendime ihanet ettiğimi düşünüyorum düşmanla muhabbet ettiğim için.Sonra biraz kendime gelip ne dediğini dinliyorum rütbeli ev hanımının.Sonra utanıyorum kendimden ve önyargımdan. O etrafında ölen askerlerden, evliliği gereği yaşamak zorunda olduğu yerlerden, çocuklarının psikolojisinin bozulmaması için nasıl çırpındığından bahsediyor bense kısa süreli sürgünlüğüm yüzünden yakınıp duruyorum. Tasvip etmiyorum ne kocasının işini ne de içinde yaşadığı hayal alemini ama saygı duyuyorum birden bu kadına. Kim daha güçlü diyorum kendi kendime... Onu yakından tanıdıkça askerlere kendi çocuklarıymış gibi davranıp koruduğunu görüyorum daha da utanıyorum iftiralarım ve nefretim yüzünden...

Bazı akşamlar içim karmakarışık bir halde, kendimden ve önyargılarımdan nefret eder halde dönüyorum yeraltındaki evime. Bazı akşamlarsa hayal dünyasında misali sarhoş, esrik bir halde iniyorum yerin dibine. Gece nasıl biterse bitsin sabah aynı bankta başlıyorum güne yine bir başıma, yine hayalle gerçeğin karıştığı olmayan bir yerde......

22 Eylül 2010 Çarşamba

Cedidname Vol.6

Aynanın karşısındayım sabahtan beri...Güneş hiç doğmadı sanki bugün, heryer kapkaranlık, kolumu kaldırmak için bile istek duymuyorum....

Beynim zonkluyor, aynadaki aksime bile bakamıyorum. Birşeyler yapmalıyım ama tek başına olmuyor....Evsiz çocuklar gibi sabahın köründe İstanbul'un sağnağı altında ezilerek sevdiğim kızla buluştuğum günleri, gidecek bir evimiz olmadığı için halimize acıyan esnafın sobasında kuruduğumuz, o sahipsiz, o evsiz, o başımıza buyruk olduğumuz günlerdeki iç sıkıntım geliyor aklıma.....o "özgürlüğe has" iç sıkıntısı.....Gökyüzü aynı gökyüzü, bulut aynı bulut , yağmur aynı yağmur ama tekrar yok.... Bu hikaye, bu hayat başka türlü olmalımıydı diye geçiyor içimden, beynim zonkluyor.....

Kendimden bile kaçırıyorum gözlerimi. Şimdi olduğunu hissettiğim gibi bazen kendime bile samimi olmamıyorum.

İçim derinde de derin anlamlara gebeyken dışım sonu başından belli cümlelerden ibaret kalıyor. Gökkuşağındaki renkler gibiyim uzun zamandır, birkaç yağmur damlası sayesinde görebiliyorlar sanki beni, oysaki ben hep oradayım, hep ortasındayım olan bitenin, yağmurun.....

Coşup çağlamak isteyen ruhumun çevresini duvarlarla kapatmışlar, ıslah etmek derdinde sanki bütün kamu beni...Aldırmamaya çalışıyorum, beni öldürmeyenin beni güçlendireceği iddasındayım hala ama hala beynim zonkluyor......

Zaman durmuş, sanki formunu kaybetmiş, iyice kırılıp bükülmüş....
Sanki her zamankinden daha izafi zaman, sanki hem dert hem deva her derde deva tek ilaç zaman.
Sanki hem geçmişte hem bugünde olmama izin veriyorda, o şekilde hayatta bırakıp sıkıntıma çare olmaya çalışıyor hem dost hem düşman zaman.....

Kurulacak yeni bir hayatla birlikte yıkılacak eski günlerin sıkıntısı belkide bunlar, belkide sadece sabır selamet getirecek,bu dünya, fid dünya, zalimlerin zalimi, mucizelerin merkezi dünya, ya ayaklarımın altına ya başımın üstüne serecek toprağını, farkedermi ki diye düşünüyorum, zorluyorum kendimi, alsın bu hayellerin yelleri beynimden sıkıntımın son zerresini, karışsın dursunda kafam, düşünmeyeyim bir süre de olsa hiçbirşey. Başaramıyorum, ne güneş açıyor ne de ilaçlar fayda ediyor.
Beynim zonkluyor......

15 Eylül 2010 Çarşamba

Cedidname Vol.5

Artık evimi bile özlemiyorum, hatta evimin neresi olduğunu hatırlamıyorum diyebilirim.... Sanki ömrüm boyunca burada, bu insanlarla beraberdim. Hayatta hiçbir amacım, hiçbir zevkim yoktu sanki.. Derlerdi de inanmazdım, demekki bu beyin ve anı deformasyonu gerçekmiş.....

Korkunç olsa bile müdahale söz konusu değil anılarımın yok olmasına, korkunç olsa bile önüne geçilmez bu karakter değişiminin. Nasıl geçilsin ki; Tartıştığınız bir adamın tavırlarından ve sorularından sıkılıp "paranoyakmısın" diye terslemeye çalıştığınızda  "benimle Türçe konuş" cevabını alıyorsanız burada başka bir seviyeye geçmeniz gerekiyor demektir....

Dış dünyadan tek haber kaynağınız olan televizyonun kumandasını eline alan "evlen benimle yada "düğün tv" gibi kanalları açıyorsa ve dünya görüşünüz halay çeşitlerinden ibaret kalıyorsa duruşta bir değişiklik yapma zamanı gelmiş demektir....

Sabahları koca kafalı bir adam tarafından hunharca şekillerde uyandırılıp, ranzaya temas eden palaskanın çıkarttığı o katlanılmaz gürültü duyduğunuz ilk ses oluyorsa ve güne bu şekilde bir travma ile başlıyorsanız durup bir kez daha yapılan yanlışın yerini düşünmenin zamanı gelmiştir.....

Beraber aynı koğuşta uyuduğunuz insanlar günün muhakemesini gece uykularında sesli bir şekilde yapıyorlarsa; gecenin bir vakti "tosta o kadar kaşar koyma!!!" diye bir çığlıkla uyanıyorsanız ve bu bağırışlara rağmen tek uyanık kişi sizseniz yanlışlık sizde ve değişmenin zamanı gelmiş demektir......

Aslında insanın kokarcanın dengi bir yaratık olabileceğini görüyor ve bu müthiş potansiyelin sahibi kişininde sizin yan ranzanıda yatması sebebiyle uykuya normal yollardan değilde bayılarak dalıyorsanız silkinip kendinize gelmeniz gerekiyor demektir.......

Gecenin bir yarısında koğuşunuzda kalan birinin kendini asması sebebiyle uyandırılıyorsanız, bu başarısız intahar girişiminin cinler tarafından maktüle yaptırıldığını öğreniyor ve kalan günlerde elinizde dolu bir tüfekle nöbet tutuyor olmanıza rağmen gece yarıları nöbet esnasında korkutulmaya çalışıyorsanız, tuvaletten ve dolabinizdan sürekli birileri çıkıp aklınızı başınızdan şaka niyetiyle almaya çalışıyorsa ve artık kimsenin intahar olayını hatıramamasına rağmen bu eşşek şakalarının sürekli sürüyor olması ve hayatın bir gerilimin filminden farksız bir hale gelmesine alışıyorsanız gerçekten değişmeye çalışmanın zamanı gelmiştir......

Değişimin şart olduğu bir çağda değişimin ileriye doğrumu geriye doğrumu olduğu hiç farketmez, esas olan değişmektir.......

10 Eylül 2010 Cuma

Cedidname Vol.4

Bir bodrum katında buldum kendimi....

"Ben" diye bir şey kalmamışken,
Hayaller hakikatten daha gerçek gelirken,
Anılara sığınmış, onlarla yaşar olmuşken rastladım yine sana,
Sana, başkalarına, anılarına, kokularına......

Bir tek kendime rastlayamadım, bir tek olduğumu sandığım kişiyi göremedim....
Göremedikçe aradım, aradıkça kayboldum
Ne geçmişim ne bugünüm kaldı elimde
Sıkıldıkça sıkıldım....

Şimdi iki emir arası belleğim,
Balık istifi bir yaşamın ortağı 12 er her şeyim
Ne hürriyetime dair hevesim ne de dönmek istediğim bir evim var artık.
Baharlara dairken bütün hayallerim
Yerin dibinde bir küçükcük askerim.......

19 Ağustos 2010 Perşembe

Cedidname Vol.3

Savrula savrula, tökezleyerek ilerleyen bizler.....
Aşırı öğlen güneşine ve sevilmeye muhtaç olan bizler......
Paramparça, liğme liğme ipliklerle hayata tutunmaya çalışan bizler....
Ne gökyüzündeki meleklerin hayalleri
Ne yeryüzündeki hırsımızın ateşi tatmin edebiliyor bizleri...
Ve bizler...
Kahraman hamallar ırkı...
Tanrının bizleri en büyük ilan ettiği günden beri soluk soluğa, hıçkıra hıçkıra ait olduğumuz yeri arıyoruz.....

17 Ağustos 2010 Salı

Cedidname Vol.2

Bir şekilde alışıyor insan herşeye....

Başlarda ezilmeye alıştırıyorlar,
ne vatan ne millet ne de konu ile alakalı hiçbirşey olmuyor bulunduğun yerde,
sadece eziliyor, hem ruhundan hem bedeninden avaz avaz tavizler veriyor
çırılçıplak kalıyorsun bildiğin herşeyi unutmuş bir şekilde
senin gibi bir sürü adamın arasında.....

Seni oracıkta senden edip
yeni bir adama bürümeye çalışıyorlar hamurunu
ve sen de herkes gibi karşı koyduğunu zannediyorsun.....

Sonraları daha bir insancıl tavırlar, yeni insanlar, yeni mekanlar ve bambaşka bir muamele biçimleri beliriyor ufukta. Kapıdan girdiğin andan itibaren önemli ve hakları olan bir insan oluveriyorsun. Tek eksiğin biraz hürriyet ama ondan da bu şekilde ayrı kalacaksam varsın biraz hasret yaşayayım alışkanlıklarıma diyorsun kurtulduğun cehennemi düşünüp düşünüp ve başlıyorsun adapte olmaya. Gün be gün her şey daha net gözükmeye başlıyor gözüne; yemekler iyi, hitaplar medeni, konuşma hakkın var vs vs.... " Galiba bu sefer iyi bir yerdeyim" diyorsun içinden, çünkü aksini düşündürecek hiçbirşey yok, buradaki insanlar gerçekten - meslekleri el verdiği ölçüde-  iyiler....

Sonra bir gün hiçbir iyilik karşılıksız olmaz misali bir çağrı çalınıveriyor kulağına birşeylerle uğraşırken. Herkesi topluyorlar ve "HADİ ÇATIŞMAYA" diyorlar. Sen daha bir şey söyleyemeden atıveriyorlar arabanın içerisine seni ve başlıyorlar sürmeye. Bakıyorsun hitaplar hala güzel, hatta artık cesaret verici ve gurur okşayıcı, neşeler daha yerindeymiş gibi davranılıyor, daha bir serbest, daha bir normale yakın sanki o an ki atmosfer aracın içinde, hatta yolda durup akşam için yiyecek birşeyler almaya bile geliyor konu ama bir gariplik, ortada konuşulmayan ama koca bir kaya  gibi ortada duran bir sorun olduğunu biliyorsun çünkü elindeki kocaman makineli tüfeklerde bunu doğruluyor, çünkü arada bir birbirine değen korkmuş, ne olacağını bilmeyen bakışlarda konuşulmayan gerçeklerin farkında... Yaratılmaya çalışılan suni bir düğün dernek havasında çatışmaya, gecenin zifiri karanlığının ortasına, aç kurtların ortasına yem olarak bırakılmaya gidiyorsun yüzünden ironik bir gülümsemeyle. Ama neolursa olsun, ne kadar korksanda kork, oraya gidiyorsun.......

Belki çatışma gerçekleşmiyor, belki sadece beklediğinle kalıyorsun belkide karşında da duran düşmana aynı filmlerdeki gibi mermi saydırıyorsun. Ne olursa olsun kesin olan tek şey artık bu dakikadan sonra senin için hiçbirşeyin aynı olmayacağı gerçeği oluyor.... Artık savaş nedir anlıyorsun....Artık sürekli tetikte, daha ciddi, hayatın ve hayatının daha net bir şekilde farkında olan ! ve değerini bilen ! bir adama dönüşüveriyorsun sayelerinde......

Cedidname Vol.1

Bu sefer amasyadayım... Bu sefer farklı çünkü bu sefer hiçbir sefere, hiçbir akına benzenmiyor. tutsağım bu kez.Tüm hayatım boyunca hayallere, hayal gücüme tutsakken bu sefer gerçekten tutsağım hemde bu uzay çağında.... 7 gün içinde sadece birkaç saat temiz hava almama ve insanların arasına karışmama izin var ve o izin bile belirli şartlarla veriliyor gardiyanlarım tarafından. Bense yıllardır inadına özgür, inadına başıma buyruk olduğum şu dünyada sus pus oldum şimdi , bana verilen her emire eyvalla diyorum çaresizlikten....




Yer amasya ve uzay çağının en iddalı dönemlerindeyiz ama ben ortaçağa boyun eğmiş, bildiğim her şeye emirle ihanet ederken, ilk defa yaz güneşinde özgür ve mutlu hissedemiyorum ve ard arda istediğim içkilerle avutmaya çalışıyorum kendimi...



Yer amasya ve yıl 2500 .... Kendimle büyük bir hesaplaşma içindeyim ve ilk defa sonuçları kestiremiyorum. Yıllar ruhumu ezememişken şimdi günlere teslim yüreğim, saatler, dakikalar tarafından kemiriliyor etim, kemiğim....



Yıl belirsiz ve yer amasya... dışarda herkes komutan derken içerde köle diyorlar bana, amansız bir çelişki içine sokuyorlar burada beni istememe rağmen... ben köle olma istedikçe birileri beni komtan ilan etmeye çalışıyor, hemde bu çağda, herşey ve herkes bu kadar gerçek ve bilimselken....

8 Ağustos 2010 Pazar

Cedidname

Yazım gibi kargacık burgacık bir fikirname....Hiçbiryere kıpırdayamadan yazdığım bir seyahatname bu....Dokunsan ağlayacak bir sürü sürgünün arasında ölesiye maço bir anıname.....Bomboş bir aklın hiç durmadan çalışmaya çalışmasından kaynaklı bir yazıhane....En nihayetinde çoskun bir kalabalığın içinde sığınmaya çalıştığım bir saklı hane, sırça bir ağlama duvarı bu cedidname.....