Bugün Selami'yi Yeşilırmak aldı. Önce ırmağın bir kolu olan kanala atladı alay duvarlarından. Sonra kendisini yakalamak isteyen askere inat bırakıverdi küçük bedenini Yeşilırmağın kuvvetli akıntısına. Askerler tarafından birkaç saniyelik şaşkınlık sonrasında gelen umursamaz gülüşlerle karşılandı olay. Ne de olsa bir horozdu Selami. Aylardır her gün sürekli karşılarında olsa da, elleriyle besleseler de, hayat dedikleri birkaç metrekarenin değişmez bir parçası da olsa bir horozdu o. Diğer horozlar ve tavuklar nasıl karşıladılarsa askerler de öyle karşıladı Selami'nin gidişini. Tavuklar her zaman ki gibi kış güneşinin altında çimlere serilip üzerindeki bitleri ve yeri eşelemeye devam ettiler. Askerlerse akasya durağı dizisinin başına geçtiler. İçlerinden herhangi birisi kaybolsa veya ölse verecekleri tepkinin aynısıydı bu...
İlk başlarda askerliğe has beyin durması zannetmiştim bu durumu. İnsiyatif kullanmamak, korku ve amaçsız bir rutinlikten kaynaklı boşvermişlik, bir teslimiyet hali zannetmiştim. Sürekli aynı saatte aynı işleri yaptıkları gibi, aynı dizileri seyrediyor, üç günde bir başa sarıp aynı dedikoduları ve aynı kavgaları tekrarlıyorlardı. Ortalama insan zekasıyla ulu orta dalga geçen ve günün her saati tekrarlarına rastlanan akasya durağı ve arka sokaklar dizilerini aksatmadan izlemeleri, evlilik programlarını gerçek dışı bir merakla takip etmeleri sadece askerlik ortamının kopukluğuyla bağdaşabilir zannediyordum. Öyle ya, hangi akıllı insan inanırdı ki her bölümü birbirinin kopyası olan; tek konusu erkeklerin uçkuru, kadınların aptal aksiyonları olan bu dizilere. Hangi akıllı insan televizyonda kendisine kadın bulmak isteyen adamlara ve karşılarında ki adamlara ilk başta maaşlarını sorarak kendisini pazarlayan bu kadınlara, ve bu programların " sizin özel hayatınız olması gerekenleri ve gururunuzu reyting malzemesi yapar, sizin felaketinizi size izletiriz" diyen yapımcılara inandırdı. Oysa ilk bakışta bütün o televizyon çöplüğü nasılda halkın içinden gözüküyor, nasılda halkın dilinden jargonlarla, abilerle, ablalarla vücut buluyordu. Bütün herkes kapılmış bu gerizekalılık seline. İnsanlar bilerek ve planlı bir şekilde aptallaştırılıyor, gurursuzlaştırılıyor, bu işlemler de sadece kurumsal kazançlar için yapılıyordu. Ya televizyon karşısında salya akıtan taraftaydı insanlar yada kendini birşey zannetme yanlışına düşmüş şehir hayatının kaymağını yediğini düşünen küçük burjuvalar oluvermişti. Biraz lüks, şehirde yaşama ayrıcalığı ve kredi kartı borçlarından ibarettik aslında. Bende onlardan biriydim çünkü buraya gelmeden önce. Herşeyin farkında olduğunu düşünen ama bunun için birşey yapmaya vakti olmayan, yoğun kölelikle meşgul insan grubundandım ve askerlik bitince yine oraya dönecektim. Dönmek zorundaydım çünkü bundan başka bir hayat olamazdı. Sadece diğer insanlar gibi gözükebilmek, onlarla aynı yerlere gidebilmek, görüşmekten çok büyük zevk duyduğum insanlarla birkaç haftada bir sadece birkaç saatçik görüşebilmek, kendime - zaruri ihtiyaçlarıma değil- gerçekten kendime ayırmak için vakit bulamamak, aslında askerlikten daha beter bir tekdüzeliğin ortasında yaşamak için dönecektim şehire...
Belki de herkese " askerliği özlersin" demelerinin sebebi bu. Boşa geçen bir hayatın ortasında ki daha büyük bir boşluğa özlem duymak, ancak televizyon karşısında salya akıtan insanlara özgü bir tavır olmalı. Burada ki ve buradan başka yerlerde ki askerlerinde büyük bir çoğunluğunun herhangi birşeye, herhangi bir zaman dilimine, gerçekten özlem duyabileceklerine yada yaşadıklarına inanamıyorum. Dedelerinin tutucu adetleri ve önyargılarıyla, televizyon ahlaksızlığından ibaret varlıklar çoğu. Kendi fikirleri, kendi hayat görüşleri, kendi ahlak anlayışları, kendi mantıkları, kendi vicdanları yok bu adamların. Elden düşmeci hepsi. Zaten ilk elden bir şeye sahip olmaya ihtiyaçları da yok çünkü mutlular bu halleriyle. Selami'nin kümesinde ki tavuklar gibi mutlu bir hayat yaşıyorlar. Yumurta ve kene yeme karşılığında buğday ve su alıyorlar. Arada sırada itilip kakılıyorlar ama başlarını sokacakları bir kümesleri var. Belki de Selami bu yüzden attı kendini Yeşilırmağa. İnsanlar "hayvandır yapar" deseler de belki bir yerden karaya çıkabilirim umuduyla attı kendini suya. Belkide biraz buğday ve başını sokacak bir kümesten daha değerli geldi tehlikeli sular. Belki de küçükte olsa boğulmama ihtimali bile yeterdi yeşilırmağa atlamaya.....

28 Aralık 2010 Salı
3 Aralık 2010 Cuma
Cedidname Vol.11
Hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bu kabusname. Günler uzadıkça uzuyor ama, tünelin sonunda görünen o cılız özgürlük ışığı hiç yaklaşmıyor sanki.
Hesaplaşmadığım günüm, özlemediğim kimse kalmadı ama yine de geçmiyor günler.
İlla herkesin, herşeyin silinmesi mi gerekiyor gitmek için. İlla tükenmek gerekiyor buralardan kurtulmak için. Şafak dedikleri; ışıktan okları içinde geçmişten hiçbirşey barındırmayarak mı vuracak beni o "son" gün ? Sevinmek mi üzülmek mi gerekiyor bitecek günler için ? Kime kızmak gerekiyor bu yaşadıklarım için ? Yoksa gereklimi böyle bir yeniden başlayış ? Kimsenin koparamadığı geçmişimden kopabilmek için mi geldi bu mecburiyet başıma ?
Yeniden doğmak, yeniden başlamak bu kadar mı ızdırap yüklüymüş ?
Tanımayacaklar galiba beni döndüğümde. İçimde yıkılan şehirler dışıma da sirayet edecek, değişmiş olacağım büsbütün.
Evim dediğim yer sıcak, nostaljik bir anıdan ibaret kalacak, yeni evlere, yeni şehirlere bürüyecek gözüm herşeyi. Barındırmayacak eskiden yaşadığım sokaklar içerisinde beni, gitmek bir mecburiyet olacak. Bomboş kalmış içim yeni anılar için vuracak yollara beni. Yeni hatalar, yeni yanlışlar, yeni doğrular dolduracak içimi, yeniden muhasebelerini yapmaya yetecek kadar çoğalıp içimden taşıncaya kadar. Sonra yine bir tükeniş, yeni bir başlangıç isteği, bir yetinememezlik vuracak aklımı.
Hepsini görebiliyorum şimdiden. Bütün o eskiyecek yenilerin kokusunu alabiliyorum şimdiden. Bütün benliğim kurban etmek istiyor kendini yeni doğuşlar için. İçin için yanıyor yeni doğuşlar için ben dediğim....
Hesaplaşmadığım günüm, özlemediğim kimse kalmadı ama yine de geçmiyor günler.
İlla herkesin, herşeyin silinmesi mi gerekiyor gitmek için. İlla tükenmek gerekiyor buralardan kurtulmak için. Şafak dedikleri; ışıktan okları içinde geçmişten hiçbirşey barındırmayarak mı vuracak beni o "son" gün ? Sevinmek mi üzülmek mi gerekiyor bitecek günler için ? Kime kızmak gerekiyor bu yaşadıklarım için ? Yoksa gereklimi böyle bir yeniden başlayış ? Kimsenin koparamadığı geçmişimden kopabilmek için mi geldi bu mecburiyet başıma ?
Yeniden doğmak, yeniden başlamak bu kadar mı ızdırap yüklüymüş ?
Tanımayacaklar galiba beni döndüğümde. İçimde yıkılan şehirler dışıma da sirayet edecek, değişmiş olacağım büsbütün.
Evim dediğim yer sıcak, nostaljik bir anıdan ibaret kalacak, yeni evlere, yeni şehirlere bürüyecek gözüm herşeyi. Barındırmayacak eskiden yaşadığım sokaklar içerisinde beni, gitmek bir mecburiyet olacak. Bomboş kalmış içim yeni anılar için vuracak yollara beni. Yeni hatalar, yeni yanlışlar, yeni doğrular dolduracak içimi, yeniden muhasebelerini yapmaya yetecek kadar çoğalıp içimden taşıncaya kadar. Sonra yine bir tükeniş, yeni bir başlangıç isteği, bir yetinememezlik vuracak aklımı.
Hepsini görebiliyorum şimdiden. Bütün o eskiyecek yenilerin kokusunu alabiliyorum şimdiden. Bütün benliğim kurban etmek istiyor kendini yeni doğuşlar için. İçin için yanıyor yeni doğuşlar için ben dediğim....
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)