9 Haziran 2011 Perşembe

Cedidname Vol.15

Her yerde ayrı bir gündem var bu günlerde. Seçimler, ölümler, ayaklanmalar, işsizler, işi başından aşkınlar... Tek gündem geliyor bu karmaşaya inat benim aklıma "ben"....
Ben olmayı unutan insanlarla çevrili kollektif bir yıkımı yaşıyoruz sanki.
Sanki ben olmaya çalıştıkça daha da beter batıyor dünya etimize.
Sanki ben olmak o kadar korkutucu birşey, tek başımıza ayakta kalmamız yada kendimizi düşünmemiz bir suç gibi....
Sanki birileri özellikle bu ayrımcılıklarla hayatımızı kısaltıyor, bizi stresli bir hayatın göbeğinde ölmeye mahkum ediyor.
Oysa kendini anlamayan insan mahkumdur başkalarının ihtiraslarına kurban gidip savaşlarda ölmeye, bin yıldır beraber yaşadığı komşularını öldürecek kadar gözünü kör etmeye, içindeki sürüngenin baskın çıkmasına izin verip etrafa bilinçsizce, paranoyakça saldırmaya...
Ben olmaktan korkan insan hep sığınacak başkalarını arar. Hep birileri onun yerine karar versin ister. Alışır fikirden yoksun hayatın sahte konforuna.
Ben olamadan biz olmak ister, sıcak bir yuva hayali kurar; bir bakmışki sıcak yuvası kaynanalar kaynatalarla dolmuş, aile olamadan sülale olmuş, evlerinin içindeki kararlar bile beraber alınır olmuş.

Doğan çocukların sülaleye adımıyla başlar bu kişisel yıkım. Daha bebeksindir. Annenin içinden daha yeni çıkmışsındır. İhtiyacın vardır onun o sakinleştirici kokusuna ve tatlı sesine. Anneni yada nadiren babanı istersin.Önce bakarlar altın kuru ve karnın tokmu diye. Eğer ikiside değilse ağlama sebebin gelmezler. Bahaneleri hazırdır. Birşeyleri tek başına başarmaya daha bebekken başlamak zorunda olduğunu ileri sürerler. Her ağladığında cevap verirlerse ağlayarak herşeyi elde etmeye alışacağından korkarak seni yalnız bırakırlar. Oysa yalnız kalmanın tek sebebi onlara da annelerinden miras kalan korkularıdır. Hiçbir zaman bir anne gibi sevemezler seni, korkarlar içlerinden geldiği gibi sevmekten.  Daha bebekken ödül ve cezaya alıştırırlar seni bir ev hayvanı misali...
Sonra büyürsün, kimse seni sormaz, rekabete daha el kadarken alışman için önce derslerini sorarlar. Başarısızsan hemen komşunun yada sülalenin çalışkan çocuklarıyla karşılaştırıp yıkıverirler seni.Başarılıysan büskiviyi hakettin demektir. Sonra itaatkar olup olmadığını sorarlar. Öğretmenlerinin yada ailenin sözünden çıkmamanı öğütlerler.Yumuşak başlı olup sözlerini dinlersen bir bisküvi daha... Mantık yürütmeni istemezler, büyükler her zaman doğrusunu bilir ve sözlerini dinlenmesi gerekir, çünkü mantık ve mantık yürütmek "ben" e doğru giden karanlık bir yoldur onlar için.Sadece herkesin çocuğu gibi, herkes gibi olmanı beklerler. Kendi çocukları olmana rağmen anlamak istemezler seni. Sorularından sıkılıverirler. Ciddiye almaz ve adam yerine koymazlar. Ne de olsa çocuktur konuşan ve fikir yürüten onlar için ve çocuklar hiçbirşeyden anlamazlar.Böylece aklındaki fikirleri bir yana koyup olduğundan daha az görünmeye başlar, alışırsın böyle davranmaya...
 Böyle böyle devam eder, ezilir içinde sen olan o güzel şey. Eğer biraz kaldıysa bile onu da okul hayatında diğer çocuklar yıkarlar, farklı olmanın, farklı hissetmenin, kendin olarak yaşamak istemenin bedelini dışlanarak alay edilerek ödersin.
Ve böylece kimse cesaret etmez bir daha böyle şeylere, katılır gideriz sürünün içerisine.
Yaşamaktan, sevmekten, kaybetmekten, yanılmaktan korkarak, hep geçmişe sarılıp şimdinin keyfini alamadan yaşarız böyle kötü başlangıçlar yüzüden.
Hep bir ilah isteriz yolumuzu çizmesi, yol göstermesi için.
Hep diğerlerinin iyiliği için ölmektir erdemli olan
Hep kendini feda etmen gerekir birşeyler için
Hiç yaşaman gerektiği, bu hayatın tek şansın olduğu söylenmez sana...

Oysa hiç aklımıza gelmez tarihi değiştirenlerin hep "ben" olarak yaşadıkları ve bizim fani dediğimiz insanlardan, tek başlarına birer birey oldukları.... Hiç aklımıza gelmez birer kar tanesi kadar eşsiz olduğumuz, herşeye kadir özümüz, çağları bitiren cesaretimiz, tanrıları deviren cüretimiz....

11 Nisan 2011 Pazartesi

Cedidname Vol.14

Sonbahar elini henüz kaldırmadı bu topraklardan. Hala hazana ait yoksunluklar çekmekteyiz. Bahar umut demektir ya, şöyle bir bakıp geçti sanki o umut bizlere bu küçük şehirde. Dönüş günü yaklaştıkça değişik sorunlarda baş göstermekte. Önce inanamamak var sorunların arasında. "Acaba gerçekten geri dönebilecekmiyim?" diye soruyor insan kendine. O kadar uzun zaman hapsolmuşsun ki burada, özgürlük sadece bir kelimeden ibaret oluyor artık insan için. İçi boş, birkaç harften ibaret bir kelime... Dönüş fikrini deştikçe soru "acaba dönebilecekmiyim" den " acaba dönmelimiyim" e doğru son sürat şekil değiştiriyor. İçine işlemiş kölelik, yalnızlık. Dışarıda birkaç kelimeden ibaret olmaya mecbur etmişler seni uzun zamandır. Bir sürü insan içerisinde yaşamana rağmen o kadar yalnız kalmışsın ki dışarıda da kimse seni göremeyecekmiş gibi geliyor.Bütün rengin, bütün neşen içinde artık sanki.
Sonra özlemler geliyor aklına. "Çok özledim" diyorsun. Herşeyi çok özlemişsindir mutlaka. Yemeyi, içmeyi, gezmeyi, sevişmeyi... Ama özlemi de biraz deşince korkunç bir his kaplıyor içini. Aslında neyi özlediğini bile hatırlamaz hale gelmiş olduğunu farkediyorsun. Arada bir edilen telefonlarda seni arayanları kırmamak için onayladığın özlemler haline geliyor döndüğünde yapmak istediğini söylediğin şeyler. İçinde ki o iğrenç yaratık "bunca zamandır böyle yaşadıysan bundan sonra da böyle devam edebilirsin " diyor sürekli kulağına. Bütün o özlem dediğin şeyler şımarıkça isteklerden başka bir şey değil diye yiyor beynini. Duymamak istiyorsun ama aklına düşmüş bir kere böyle fikirler, kemirip duruyor beynini.
Küçültmüşler dünyanı bir sene içinde. Dışarıda koca bir dünya beni bekliyor diyor, korkuyorsun içten içe. Üstüne üstlük elinden de almışlar bazı şeyleri. Emirle ihanet etmişsin kendine. Bırak kişiliğini, ne dersek sorgulamadan yap demişler mecburen yapmışsın. Şimdi salacağız seni, git istediğini yap diyorlar. Bir bakıyorsun ki önce evcil bir hayvana çevirip sonrasında koca, vahşi bir ormana salmaktalar seni.

Hatırlatın bi zahmet bana ne istediğimi eskiden. Ortasından böldüğünüz hayatım nasıl birşeydi bi anlatın lütfen. Mutlaka benim için açtığınız, içerisinde her bokumun olduğu o dosyada vardır geçmişim hakkında birkaç bilgide.Mutlaka bu korkuların da bir çaresi vardır o dosyada. Ya da komutana söyleyin, o emir verince her bok iki dakikada oluyor. Söyleyin sıfırlasın kafamı da böyle ikilemler içerisinde çıkmayayım buradan. İyi hissetmem gerekirken binlerce soruyla bunalmış bir halim olmasın.
Böyle işte geçmeyen sonbaharın, bitmeyen hazanın insanlara ettikleri. Sadece ben değil benimle birlikte gidecek olan herkesin yüzünde aynı kuru, heyecansız mutluluk var. Herkes seviniyor gibi gözükse de aslında tek yapmaya çalıştıkları hatırlamak....
Bende elimden geleni yapıyorum hatırlamak için. Ama emin olduğum tek birşey var, dışarıyı hatırlayamasamda burayı hiçbir zaman unutmayacağım.


   

24 Ocak 2011 Pazartesi

Cedidname Vol.13

Bir şehirde yalnız yaşamak...
Delirmemeye çalışarak, kimseyi görmek istemeden ama herkese muhtaç yaşamak...
Bütün o dağlar, evler, insanlar, kitaplar, ayakta kalma çabaları üzerine üzerine gelirken, bilmediğin bir kentin kıyısında, hayata dokunamadan sürgün yaşamak...
Bir yere varmaya çalıştıkça sonsuza giden yolların ortasında, sakinleşmeye çalıştıkça içinde çıkan isyanlarla, yıkılan şehirlerle, patlayan bombaların gölgesinde yaşamak....
Öfkeni kusmak istedikçe kendi nefesinde boğulursun böyle zamanlarda. İnsanları sevmeye, anlamaya çalıştıkça bencillikleri, açlıkları kör eder gözünü; başka birşey göremez olursun böyle ters günlerde. İçinde gün be gün artan bir şiddette birilerini tekmelemek istersin ama dokundurtmazlar kimseye seni. Kafanda ki şeytanlar sürekli nefretini hatırlatır sana. Tek hatıran eski güzel günlerin olur böyle zamanlarda. Boğazında düğümlenen boktan bir şeyle gezersin günler boyu. Geri dönemeyeceğini bildiğin geçmişin vurdukça vurur yumuşak karnına. Kimseye anlatamazsın içinde seni kemiren şeyi. Bir kere tutsağı olmuştur aklın nefretin, kimseyi dost bilemezsin eski masum günlerdeki gibi.
Sevişmelerin gelir aklına böylesi yalnızken. Ne zaman öleceğini unutarak seviştiğin, yaşadığını hissettiğin günler gelir aklına. O anları bile nefretle anar olursun. Kin bürür gözün, nasır tutar kalbin kat kat, buz keser tenin. Ölüm bile göz kırpmaz sana böyle boktan günlerde.
Herkes unutsun seni istersin. Kimseden bir çağrı, bir  mektup gelmesin istersin böyle boktan günlerde. Ne yapacağını bilmez aklın, içinse karmakarışıktır. Kusmak gelir içinden sürekli. Kalbin hızlı hızlı atar birşeyler olacakmış gibi ama hiçbirşey olmaz daha çok sinirin bozulur.Yine başa sararsın, tekme tokat girmek istersin etrafında, en yakının da kim varsa. Hayata vurmak istersin, dokunamadığın şeylere, fikirlere saldırmak istersin. Sadece yapmış olmak için kalp kırmak istersin. Etrafındaki küçük dünyaları sahiplerinin başlarına yıkmak, mutsuz etmek  istersin öylesine sebeplerden mutlu olan insancıkları. Seni anlayanlara vurmak istersin anladıklarını iddia ettikleri için, anlayıp birşey yapamadıkları için. Günlerin gecelerin bu telaşlarla, bu savaşlarla geçer de yine de bir bakarsın geçmemiş zaman, olduğun yerde aynı sefil halde kalakalmışsındır.    

28 Aralık 2010 Salı

Cedidname Vol.12

Bugün Selami'yi Yeşilırmak aldı. Önce ırmağın bir kolu olan kanala atladı alay duvarlarından. Sonra kendisini yakalamak isteyen askere inat bırakıverdi küçük bedenini Yeşilırmağın kuvvetli akıntısına. Askerler tarafından birkaç saniyelik şaşkınlık sonrasında gelen umursamaz gülüşlerle karşılandı olay. Ne de olsa bir horozdu Selami. Aylardır her gün sürekli karşılarında olsa da, elleriyle besleseler de, hayat dedikleri birkaç metrekarenin değişmez bir parçası da olsa bir horozdu o. Diğer horozlar ve tavuklar nasıl karşıladılarsa  askerler de öyle karşıladı Selami'nin gidişini. Tavuklar her zaman ki gibi kış güneşinin altında çimlere serilip üzerindeki bitleri ve yeri eşelemeye devam ettiler. Askerlerse akasya durağı dizisinin başına geçtiler. İçlerinden herhangi birisi kaybolsa veya ölse verecekleri tepkinin aynısıydı bu...

İlk başlarda askerliğe has beyin durması zannetmiştim bu durumu. İnsiyatif kullanmamak, korku ve amaçsız bir rutinlikten kaynaklı boşvermişlik, bir teslimiyet hali zannetmiştim. Sürekli aynı saatte aynı işleri yaptıkları gibi, aynı dizileri seyrediyor, üç günde bir başa sarıp aynı dedikoduları ve aynı kavgaları tekrarlıyorlardı. Ortalama insan  zekasıyla ulu orta dalga geçen ve günün her saati tekrarlarına rastlanan akasya durağı ve arka sokaklar dizilerini aksatmadan izlemeleri, evlilik programlarını gerçek dışı bir merakla takip etmeleri sadece askerlik ortamının kopukluğuyla bağdaşabilir zannediyordum. Öyle ya, hangi akıllı insan inanırdı ki her bölümü birbirinin kopyası olan; tek konusu erkeklerin uçkuru, kadınların aptal aksiyonları olan bu dizilere. Hangi akıllı insan televizyonda kendisine kadın bulmak isteyen adamlara ve karşılarında ki adamlara ilk başta maaşlarını sorarak kendisini pazarlayan bu kadınlara, ve bu programların " sizin özel hayatınız olması gerekenleri ve gururunuzu reyting malzemesi yapar, sizin felaketinizi size izletiriz" diyen yapımcılara inandırdı. Oysa ilk bakışta bütün o televizyon çöplüğü nasılda halkın içinden gözüküyor, nasılda halkın dilinden jargonlarla, abilerle, ablalarla vücut buluyordu. Bütün herkes kapılmış bu gerizekalılık seline. İnsanlar bilerek ve planlı bir şekilde aptallaştırılıyor, gurursuzlaştırılıyor, bu işlemler de sadece kurumsal kazançlar için yapılıyordu. Ya televizyon karşısında salya akıtan taraftaydı insanlar yada kendini birşey zannetme yanlışına düşmüş şehir hayatının kaymağını yediğini düşünen küçük burjuvalar oluvermişti. Biraz lüks, şehirde yaşama ayrıcalığı ve kredi kartı borçlarından ibarettik aslında. Bende onlardan biriydim çünkü buraya gelmeden önce. Herşeyin farkında olduğunu düşünen ama bunun için birşey yapmaya vakti olmayan, yoğun kölelikle meşgul insan grubundandım ve askerlik bitince yine oraya dönecektim. Dönmek zorundaydım çünkü bundan başka bir hayat olamazdı. Sadece diğer insanlar gibi gözükebilmek, onlarla aynı yerlere gidebilmek, görüşmekten çok büyük zevk duyduğum insanlarla birkaç haftada bir sadece birkaç saatçik görüşebilmek, kendime - zaruri ihtiyaçlarıma değil- gerçekten kendime ayırmak için vakit bulamamak, aslında askerlikten daha beter bir tekdüzeliğin ortasında yaşamak için dönecektim şehire...

Belki de herkese " askerliği özlersin" demelerinin sebebi bu. Boşa geçen bir hayatın ortasında ki daha büyük bir boşluğa özlem duymak, ancak televizyon karşısında salya akıtan insanlara özgü bir tavır olmalı. Burada ki ve buradan başka yerlerde ki askerlerinde büyük bir çoğunluğunun herhangi birşeye, herhangi bir zaman dilimine, gerçekten özlem duyabileceklerine yada yaşadıklarına inanamıyorum. Dedelerinin tutucu adetleri ve önyargılarıyla, televizyon ahlaksızlığından ibaret varlıklar çoğu. Kendi fikirleri, kendi hayat görüşleri, kendi ahlak anlayışları, kendi mantıkları, kendi vicdanları yok bu adamların. Elden düşmeci hepsi. Zaten ilk elden bir şeye sahip olmaya ihtiyaçları da yok çünkü mutlular bu halleriyle. Selami'nin kümesinde ki tavuklar gibi mutlu bir hayat yaşıyorlar. Yumurta ve kene yeme karşılığında buğday ve su alıyorlar. Arada sırada itilip kakılıyorlar ama başlarını sokacakları bir kümesleri var. Belki de Selami bu yüzden attı kendini Yeşilırmağa. İnsanlar "hayvandır yapar" deseler de belki bir yerden karaya çıkabilirim umuduyla attı kendini suya. Belkide biraz buğday ve başını sokacak bir kümesten daha değerli geldi tehlikeli sular. Belki de küçükte olsa boğulmama ihtimali bile yeterdi yeşilırmağa atlamaya.....

3 Aralık 2010 Cuma

Cedidname Vol.11

Hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor bu kabusname. Günler uzadıkça uzuyor ama, tünelin sonunda görünen o cılız özgürlük ışığı hiç yaklaşmıyor sanki.
Hesaplaşmadığım günüm, özlemediğim kimse kalmadı ama yine de geçmiyor günler.
İlla herkesin, herşeyin silinmesi mi gerekiyor gitmek için. İlla tükenmek gerekiyor buralardan kurtulmak için. Şafak dedikleri; ışıktan okları  içinde geçmişten hiçbirşey barındırmayarak mı vuracak beni o "son" gün ? Sevinmek mi üzülmek mi gerekiyor bitecek günler için ? Kime kızmak gerekiyor bu yaşadıklarım için ? Yoksa gereklimi böyle bir yeniden başlayış ? Kimsenin koparamadığı geçmişimden kopabilmek için mi geldi bu mecburiyet başıma ?
Yeniden doğmak, yeniden başlamak bu kadar mı ızdırap yüklüymüş ?
Tanımayacaklar galiba beni döndüğümde. İçimde yıkılan şehirler dışıma da sirayet edecek, değişmiş olacağım büsbütün.
Evim dediğim yer sıcak, nostaljik bir anıdan ibaret kalacak, yeni evlere, yeni şehirlere bürüyecek gözüm herşeyi. Barındırmayacak eskiden yaşadığım sokaklar içerisinde beni, gitmek bir mecburiyet olacak. Bomboş kalmış içim yeni anılar için vuracak yollara beni. Yeni hatalar, yeni yanlışlar, yeni doğrular dolduracak içimi, yeniden muhasebelerini yapmaya yetecek kadar çoğalıp içimden taşıncaya kadar. Sonra yine bir tükeniş, yeni bir başlangıç isteği, bir yetinememezlik vuracak aklımı.
Hepsini görebiliyorum şimdiden. Bütün o eskiyecek yenilerin kokusunu alabiliyorum şimdiden. Bütün benliğim kurban etmek istiyor kendini yeni doğuşlar için. İçin için yanıyor yeni doğuşlar için ben dediğim....

19 Kasım 2010 Cuma

Cedidname Vol.10

Beni anlayabilecekken çekip gittiler...
Tam da onlara sırlarımı açmaya çalışıyordum, farketmediler... Öylece gittiler ve ben arkalarından bakakaldım...
Sıradanlaşacaktı oysa ki acılarım. Kendimden, anılarımdan, acılarımdan bahsedip rahatlayacak, nasihatler alacaktım.Halbuki her insan bilir geçmişindeki delikleri, hatalarının sebeplerini. Bilmezden gelmeye çalışsa bile en derinde birisi tutar bu yanlışların defterini...Olsun, ben yine de nasihatler alacaktım, sağlamasını yapacaktım hatalarımın.Adetten de olsa, "Nerede yanlış yaptım!" diyecektim. Zor da olsa içimde ki beni gösterecektim onlara, çıplak kalacaktım karşılarında ne kadar onur kırıcı, ne kadar gereksiz olursa olsun! Sadece herkes gibi olduğumu görüp rahatlayacaktım.Ölmek, kendini öldürmek biraz daha kolay gelecekti ve bir sigara daha yakacaktım, ama olmadı...Öylece bırakıp gittiler beni kafamdaki şeytanlarla....
Hep böyle olmamışmıydı şimdiye kadar. Hep son kalan ben olmamışmıydım kendisiyle başbaşa...

Kendileri, kendi hayatlarına dair biraz da olsa konuşmuş, biraz olsun rahatlamışlardı. İçmişlerdi, acıları büyüktü ve uyumak, unutmak zorundaydılar yarına biraz olsun zinde uyanabilmek için. Halbuki ben bilirim; gerçek acı, gerçek sıkıntı yarını düşünmez, yorgunluğu yoktur. Sadece eriteceği bedeni bilir. Uzun geceler daha bir katlanılmaz olur bilmek kelimesi hayatına girince insanın. Ders alacağım bundan sonra diyerek pansuman yapmak, acını hafifletmek ister insan, bünyensi kabul etmez. Bir kere alışınca, acı çeker insanın canı, onsuz yapamaz.
Sıkışıp kalır belkilerle keşkelerin arasına çıkış yolunu bile bile.Çıkışı bile bile döner durur o labirentin içinde.Ekmek gibi, su gibi olmuştur acı dediği şey onun için. Arkadaş, dost olmuştur yalnızlık dediği. İster ama kimseye anlatamaz derdini. Kemirir etini kemiğini çilesi. Ne bir aşk ne gerçek bir dost besleyebilir artık onu içindekilerle beslenen kurt gibi. Meşkin yerini aşk alır... Hep uzakta olan sevilmeye layıktır. Hep uzakta olmak lazımdır değerli olmak için. Yakına gelince ne çabuk yıkıldığını bilir çünkü en naif dünyaların.Ne kazanmak için ölmeyi, ne kaybetmek için yaşamayı ister artık köhne bedeni.Kahramanlıklar anlamını yitireli çok olmuştur onun için. Sadece bulunduğu yerde kalmak ister.Daha fazla parçaya bölünemeyecek kadar çok kırılmıştır kalbi çünkü. Artık sadece seyircisi olduğu bir hayat vardır ve bu şekilde de olsa sürmesi gerekiyordur yaşamın. Artık sadece o ve kafasında ki şeytanlar vardır......

12 Kasım 2010 Cuma

Cedidname Vol.9 (Talihsiz Serüvenler Dizisi)

Oysa herşey çok güzel gidiyordu.... Askerde olmama rağmen olabilecek en kolay şekilde atlatıyordum bu zor günleri derken; birden üzerimde, beni belalardan koruyan ilahi şemsiye yer değiştiriverdi sanki......

Her şey çarşı iznine çıktığımızda iki arkadaşımla birlikte içmek istememizle başlamıştı.... Asker olduğumuz için bu tarz aksiyonlar bizim gibi devlet mallarına yasaklanmıştır. Birliklerine döndükleri zaman alkolünde etkisiyle gaza gelmiş askerler tarafından vurulmamak için komutanları tarafından koyulmuş bu kurala genelde askerler uyarlar yada gaza gelmeyecek kadar az içerler. Oysa o gün çığrımızdan çıkmış, her türlü belayı göze almış ve resmen alkol krizine girmiştik. Sansüre uğradığımızı bile bile şehir merkezinde ki açık birahanalere yada barlara girip şansımızı deniyorduk. Fakat sanki askeriye görünmeyen- daha doğrusu sadece bizim göremediğimiz- bir damga basmıştı alnımıza. Girdiğimiz her mekanda önce memleketimiz soruyorlar sonra acıyan gözlerle nazikçe bizi kapı dışarı ediyorlardı. Ne olduğunu anlamamıştık. Güya üçümüzde büyük şehirden gelmiştik ve kendimizce kurnaz, yol yordam bilen insanlardık. Yıllarca İstanbul'da binbir zorlukla kazandığımız gece hayatı tecrübesi bir Amasya öğleden sonrasında, hemde hafta içi bir gün heba oluvermiş, gururumuz meze bile olamamıştı. Biraz daha çabaladıktan sonra Maydonuz isminde bir mekan bulmuştuk. Kapıda kimseler olmadığından rahatça içeri girip alt kata indik. Görünüşe göre bir Efes Pub keşfetmiştik ve susuzluğumuzu doyasıya giderebileceğimiz kusursuzlukta loş ve geniş bir mekandı. Girişte bulunan barda bir iki çalışandan başka kimseleri görmemiş ve boş masalardan birine hızlıca oturmuştuk. Eğer masaya gelipte memleketimizi sormazlarsa kazanmış olacaktık. Garson geldiğinde hepimiz ağzından çıkacak ilk lafa dikkat kesilmiştik. Ömür gibi gelen bir sessizlik sonunda ne içmek istediğimiz sormuştu. Kazanmıştık..... Sevinç içinde bira siparişlerimizi verdik ve beklemeye başladık. Mekanda anlamlandıramadığımız bir gariplik vardı fakat buna kafa yormak işimize gelmediğinden gelecek biralara konsantre olmuştuk. Biralar geldikten birkaç dakika sonra mekanın karanlık köşelerinden birinden üzeride sadece vücudunun küçük bir kısmını örten bir kumaş parçası olan iri kıyım bir hatun çıktı ve masamıza gelip hepimizle el sıkışmıştı. Biz daha olayın şokunu atlatamadan başka bir köşeden karşımızda duran kadına benzeyen başka bir mahluk çıkmış ve barın arkasına geçmişti. Karanlık köşelerde vampir misali gölgelere gizlenmiş birkaç kişiyi de bu hareketlilik sonrasında sezmiştik. Masadaki biraya gelen dandik ötesi çereze ve masamıza bizimle tanışmak için gelen hatun iyi olmayan şeylerin sinyalleriydi. Az önceki emsalsiz neşemiz yerini yapmacık gülüşlere bırakmıştı. Resmen bir pavyona gelmiştik ve gün içinde meze olan tecrübemiz hepimize biraz daha burada oturursak başımıza büyük dertler açabileceğimiz söylüyordu. Tam biraları hızlıca tüketmek üzereydik ki mekana bir sivil polis girmişti. Elince telsizi, tedirgin edici bakışlarıyla bir süre masamızı süzmüş ve yavaş yavaş hareketlenmeye, bardakilere bizi sormaya başlamıştı ki flash gordon'u bile kıskandıracak bir hızda biramızı içip mekanı terketmiştik. Kendimizi dışarı atıp biraz silkelendikten sonra birliğimize gidip yaşananları unutmaya karar vermiştik ama alkol, bütün kötülüklerin kutsal anası alkol, içimizde bir ukte olarak kalmıştı.
Olaydan bir gün sonra mesai bitiminde tam mağramıza (koğuş bölgesi) çekildiğimiz sırada kanımızda ki o hain bira kendisini hatırlatıp beynimize cesaret pompalamaya başlamıştı.
- Nasıl olsa buraya kimse bakmaz, komutanlar buraya sıkça inmez, biraz içsek birşey olmaz ! diye fısıldıyordu beynimizin içine içine. Bir gün önce gelen uyarıdan nasibini almamış maceraperestler olarak başarışı bir operasyon sonucu içeriye 100'lük bir votka sokmuş, başarıyla ve çerezler eşliğinde içmiş, şişeyi ve kalan delilleri çöpün derinliklerine gömmüş, rahatça televizyon seyrederek geceyi noktalamıştık. İçimizdeki şeytanlar biraz olsun sakinleşmişlerdi ve tek yapacak şey gece nöbete olaysız bir şekilde çıkıp geri dönmekti ama olmadı...... Bütün bu güzel rüya, başarılı operasyon, silah kontrolü yapacak astsubaya 15 metre kala komutanın:
- İçkilimisin evladım ? sorusuna refleksif olarak verilen
- Evet komutanım ! cevabıyla kabusa dönüşmüştü........

Sonrasında güneş doğana kadar yapılan sorgu, tehditler, askeri hapishanede yatılacak 30 günün korkunç düşünceleriyle boğuşarak geçen saatler ve sabaha karşı;
- Siz efendi askerlersiniz, bir daha yapmayınız lütfen! cümlesiyle birlikte çöplükten çıkarılan votka şişesinin bize  geri verilmesiyle üst mercilere bildirilmesi sonucu felakate dönüşebilecek bir olayın hafif sıyrıklarla atlatılması olarak olay zihinlerimize silinmeyecek bir şekilde kazınmıştı...

Tabi ki biz, daha doğrusu ben artık daha ne olabilir diye düşünüp bu kötü olaylar silsilesinden kurtulduğumu zannediyordum ki; Nöbet tuttuğum serin bir Amasya akşamında sigara aldırmak için silah arkadaşlarımın nöbetçi astsubay olan hatun kişiden habersiz dışarıya yolladıkları şahıs, ensesinde alayın en vahşi uzman çavuşlarından biriyle gelince henüz daha yaşayacağım maceraların olduğunu en derinimden sezmiştim.Üstüne üstlük bu arkadaşın üzerinden birde cep telefonu çıkmıştı ve bu müthiş olayı askeri gazino personeli olarak sabaha kadar şınav çekerek ve koşarak kutlamıştık.

Bu yaşadığım olayların sonuçları bana çarşı izinlerinin iptali ve yoğun bir nöbet mesaisi olarak geri dönmüşken bir kaç gün sonra askeri bir araç beni almak için askeri gazinoya gelmişti. Gelen komutan beni mahkemeye götürmek için geldiğini söylemiş ve beni derin bir şoka sokarak
-Hayırdır komutanım, bu seferde birinimi öldürmüşüm? şeklinde laubali bir soru sormama sebep olmuştu. Sebep asker kaçağı olarak geçen günlerimin devlet tarafından nasıl değerlendirileceğini belirleyecek olan bir mahkemeydi. Sanık kürsüye çıkmış ve
-Uzun dönem askermisiniz ? sorusuna
-Evet upuzun! şeklinde cevap vererek hakimi derinden etkilemeyi başarmıştı....

Artık başıma daha ne gelebilir diye merakla bekleyip, günlerin bana katacağı yeni tecrübeleri kucaklamaya hazırlanıyordum ertesi gün.
"İçkili yakalanmak" diye düşünüyordum. Bir sürü ceza nöbeti ve tantana
"Nöbetçiyken dışarıya kaçak adam salmak" diyordum. Belki bir mahkeme ve 4 gün ceza
"Pavyonda yakalanmak" belki bir süre dışarı çıkamama cezası
"Asker kaçağı olarak geçen günlerim" diyordum. Belki bir milyar civarı bir para cezası
Bunları düşünürken "yanlışlıkla çöp bidonuna bir arkadaşımı sokarken komutana yakalanmak. Paha biçilemez.........